Yarınki Türkiye Devleti - Yeni Çağı Kaçırmak Vebaldir 2
Okuduğunuz bu yazıyı ben değil de bir başkası yazmış olabilir mi? Bir adım daha ileri giderek sorayım: şu an okuduğunuz bu makaleyi bir insan değil de bir bilgisayar kaleme almış olabilir mi? Elbette. Yakın zamanda ABD’de bir gazete yapay zekaya yazdırdığı makaleyi köşe yazarlarının bulunduğu sayfaya koydu ve uydurma bir isim altında okurlarıyla paylaştı. Gazetenin takipçilerinden, binlerce kez okunan bu yazı-analizi yapay zekanın yazdığını fark eden çıkmadı. Dahası var, artık haber ajanslarından gelen metinleri gazete haberine dönüştüren, basılı gazete-internet haber sayfalarında yayınlanacak şekilde editörlüğünü yapan, haber metninin tamamını kendisi oluşturup yayınlayan yapay zekalar da iş başında. Peki yarın, okuduğumuz romanları, izlediğimiz dizi filmlerin senaryolarını da yapay zeka başarabilir mi? Bu sorunun cevabını almakta fazla gecikmeyeceğiz çünkü yapay zekanın yazdığı roman birkaç yıl önce bir edebiyat yarışmasında finale kalmıştı.
Teknolojinin hayatımıza bu kadar müdahil olacağı yarının dünyasında, Türkiye’yi neler bekliyor olabilir? “Gelecek heyecan verici, hazır mısın!” sloganıyla her gün ekranda karşılaştığımız bir GSM firması her şeyi özetliyor aslında. Fırsatların ve tehditlerin ince bir çizgiyle ayrıldığı, zamanı ve enerjisini doğru değerlendiren milletlerin fırsatları kullanarak çok büyük imkanlara ulaşacağı ama rotasını yanlış çizenlerin hayati risklerle karşı karşıya kalacağı bir dünya bizi bekliyor.
Devlet nedir, var olmalı mıdır, olacaksa nasıl bir devlet olmalıdır? Bu soru yarını tasarlayanların tartıştığı en önemli konulardan biri. Elbette ki bugün gördüğümüz haliyle devletlerin ayakta kalmayacağını düşünüyorlar ve geleceğin dünyasını da buna göre kurguluyorlar. ABD-Türkiye, ABD-Rusya, ABD-Çin arasındaki ilişkileri tam olarak da bu soru etrafında tartışmamız gerekiyor. Bizim düşündüğümüz, savunduğumuz fikirlerden çok tarihin seyrinin nereye gittiğini göz önünde bulundurarak hazırlık yapmak zorundayız. Şahsi olarak gelen tufana karşı direnmeyi tercih edebilirim, kişisel hayatımda hem milli değerlerine bağlı bir Türk hem de küresel bir dünya vatandaşı olmayı başarabilirim, ki yıllardır böyle bir hayatın içindeyim fakat devletler, kişinin şahsi olarak başarabileceği bu dengeyi yarının dünyasında sistem olarak kurabilecek ve koruyabilecek mi? Bütün mesele burada düğümleniyor.
Soruyu basitleştirerek tartışalım: Dakikada 800.000 sayfa okuyabilen bir makine var karşımızda, yapay zeka. Hangi hukuk öğrencisinin, tıp fakültesindeki hangi hocanın bu hıza yetişebileceğini veya yapay zekayla yarışabileceğini düşünüyoruz? Avukatlık, hakimlik, doktorluk gibi mesleklerin yaşayacağı dönüşümü biraz olsun tahmin etmeye çalışalım. Nitekim bilim insanları avukatlık, hakimlik, eczacılık gibi mesleklerin mevcut halleriyle ortadan kalkacağını düşünürken doktorluğun da ciddi bir dönüşüme uğrayacağını, hele 5G teknolojisiyle çok farklı bir evreye geçileceğini yazıyor, anlatıyorlar. Nedir, son yıllardaki testlerde yapay zeka-doktorun hastalık teşhisindeki başarısının insan-doktorun hastalık teşhisindeki başarısından fazla olduğu ortaya çıktı. Artık şirketlerde yapay zeka yönetim kurulu üyesi olmaya başladı, yakında bilgisayar, otomotiv, tıp gibi sektörlerdeki şirketlerin yönetim kurulunun en az yarısının yapay zeka olacağı tahmin ediliyor. Hatta biraz eğlenceli olsun derseniz, buna okul müdürlerini de ekleyebiliriz. (Okul ve üniversite tartışmasını başka bir yazıda detaylandıracağım)
Ortada bir gerçek var: böylesi bir dünyayı tasarlayanlar sizce devlet modelleri, yönetim şekilleri, yerel yönetimler konusunda nasıl bir plan içindeler? Milyarlarca nesnenin birbiriyle iletişim halinde olduğu, akıllı şehirlerin, binaların, araçların, yolların hayatımıza girdiği gün, İstanbul Büyükşehir Belediyesini muhafazakar bir insanın mı yoksa liberal bir insanın mı yöneteceğini tartışmayacağız. Akıllı şehirleri insanın mı yoksa bilgisayarın mı yönetmesi gerektiği gündemimize girecek. “Bize ne efendim 800.000 sayfa okuyabiliyorsa!” deyip geleneksel tavrımızı muhafaza etmeye mi çalışacağız yoksa gelmekte olan döneme hazırlık mı yapacağız? Bu soruyu “devlet” konusu üzerinden tartışmaya devam edelim. Çünkü sadece iki seçeneğimiz var, ya mücadele ya da uyum.
Yeni sanayi devrimi (buna bugün için Industry 4.0-Dördüncü Sanayi Devrimi diyoruz) üzerine kafa yoranlar devletlerin mevcut hallerine göre daha hızlı karar alabilme ve inovasyona açık olma özelliklerine vurgu yapıyorlar. Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş yapması, yeni bakanlar kurulu modeli ve işleyişiyle aslında bu çağın gereklerine yönelik atılmış önemli bir adımdı. Siyasi kimliğe sahip değil, alanında uzman isimlerin bakanlık makamına getirilerek daha hızlı ve etkin bir işleyiş oluşturma çabası, Dördüncü Sanayi Devrimini kaçırmamak adına alınmış doğru bir karardı. Detaylarındaki Türkiye’ye özel koşullar elbette siyaseten ve yapısal olarak tartışılabilir, nelerdir, cumhurbaşkanının partili olması, halkın bu sebeple kutuplara ayrılması, Meclisin etkisinin kaybolması, sistemin bir devlet modeli gibi değil şirket yönetimi gibi tasarlanması elbette milletçe tartışmaya devam edeceğimiz, yanlışlarıyla ve doğrularıyla gelecekte hak ettiği yere konumlandıracağımız ve belki de tartışmanın sonucunda tekrar eski modele dönüş yapacağımız noktalar. Yeni sistem devleti, bürokrasinin hantal yapısından ve yavaş işleyen süreçlerinden kurtarma adına önemli bir gelişmeydi, şimdilik devlette bir kargaşa ve oturmamışlık hissine rağmen. Uluslararası şirketler kendi yönetim modellerini, çalıştıkları sektörleri, farklı ülkelerdeki ağlarını gözden geçirir ve büyük değişikliklere giderken devletlerin kendi yapılarını aynen korumaları veya yeni çağa göre işlemeyen daireleri değiştirmemeleri düşünülemezdi.
Bir tarafta yaşanan gelişmeler karşısında kendisini yenilemeye çalışan devletler, diğer tarafta devletlere karşı kendi pozisyonlarını derinleştirmeye ve genişletmeye çalışan küresel şirketler. Mücadele nereye varacak? Yakın zamanda ülkemizde yaşanan Uber-Sarı Taksi örneğiyle basitleştirirsek kazanan devletler mi yoksa küresel şirketler mi olacak? Stephen Ezell ve Robert D. Atkinson bu soruya açık bir tehdidin varlığını işaret ederek cevap veriyorlar: Kendi ülkelerinin markalarını (Sarı Taksi) korumaya çalışan, küresel ölçekteki firmalar (Uber) için daha fazla vergi veya kanuni zorunluluk koyan, yerel üreticilerini küresel rekabette destekleyen ülkeler mücadelenin sonunda kaybedecekler, geriye düşecekler ve ülkelerine zarar vermiş olacaklar. (İlgilisi için raporun tamamı Information Technology and Innovation Foundation sitesinden okunabilir: The Middle Kingdom Galapagos Island Syndrome: The Cul-De-Sac of Chinese Technology Standards)
Rapordaki tehdit, üç yüz yıl önce İngiliz emperyalizminin dünyayı yavaş yavaş ele geçirmeye başladığı, sanayi devrimiyle birlikte uluslararası sistemi avucunun içine aldığı dönemde dile getirilen iddia ile aynı. Diğer imparatorlukların Britanya imparatorluğu karşısında konumlanan savaşından önce esas mücadelenin Londra’da, ülkenin kendi içinde yaşandığını hatırda tutalım. Tüccarların talepleri ve dünyayı götürmek istedikleri nokta hakkında şüpheye düşen İngiliz devlet adamları, kısa bir süre direnmişlerse de sanayi devriminin bir gerçeği olarak mücadeleyi tüccarların kazanacağı ortaya çıkınca yeni bir karar aldılar. Kitaplarımda ısrarla vurguladığım, dünyayı üç sınıfın yönettiği (devlet adamları-din adamları-tüccarlar), farklı asırlarda bir grubun diğer iki gruba liderlik ettiği yönetim şekli 17. ve 18. yüz yıl Britanya İmparatorluğunda evrim geçirdi. Artık hem tüccar hem siyasetçi hem misyoner olan isimler Hindistan’a, Mısır’a, Afrika’ya, Çin sınırlarına yola çıkarıldılar. Farklı kimlikteki farklı isimlerden bahsetmiyorum, aynı kişide toplanmış üç ayrı kimliğe işaret ediyorum. Bizim tarihi tecrübemize pek de yabancı olmayan bu insan tipi, Britanya’dan evvel Doğu ve Batı topraklarında hükümran olan eski süper gücün de oluşturabildiği bir harmandı. Türkler de Orhan Bey zamanından itibaren kurumsallaşmaya başlayan devlet yapılarında gazi-derviş, alp-eren gibi hem dindar hem asker hem de ticaret bilen isimleri yetiştirebildiği, bu isimleri Batı’da iskan politikasında başarıyla teşkilatlandırabildiği için yüz elli yıl sonra bir imparatorluk haline gelebilmişti. Bugün Rumeli topraklarını gezenlerin ziyaret ettiği mekanlar, o günlerde sadece birer mescid değildi, mahallenin, şehrin ve nihayet devletin siyasi, askeri, ekonomik can damarlarından biriydi.
(Britanya İmparatorluğu yetiştirdiği bu yeni insan modeliyle iki yüz yıl dünya siyasetinin ana belirleyicisi olmayı başardı. Birinci Dünya Savaşı sonunda Musul’daki askeri operasyonların başındaki İngiliz albayın, buradaki vazifesinin ardından imparatorluğun en güçlü petrol şirketinde müdürlüğe getirilmesi devlet-tüccar, asker-tüccar ilişkileri hakkında daha net bir fotoğrafı görmemizi sağlar.)
Fatih’in, Yavuz’un, Kanuni’nin devletinde vazife yapan, yabancı milletlerin kıskandığı bu insan tipi, çok ciddi bir eğitimle ve misyoner bir ruhla pişirilmişti. Benzer model sonrasında Britanya’nın elinde pişti. En önemli özellikleri büyük bir motivasyonla davalarına sadık ve aşık olmaları, devletlerinin dışarıdaki menfaatleri söz konusu olduğunda hiçbir tartışmaya girmeksizin sultan-kralın emrinde adeta bir dini misyoner gibi çalışmalarıydı. (her iki imparatorluğun çöküşünün sebebi bu yapıların bozulmalarıyla oldu, her devlet öncelikle bu yapıların içine sızmaya çalıştı. Medrese-üniversite konusunda anlamaya çalışacağız)
Bu tarihi tecrübeyi fazla detaylandırmadan yolumuza girelim ve yazının konusuna seyredelim. Yeni bir devir-devrim, mutlaka iletişim araçlarıyla yola çıkar, mücadelesini bu araçlarla zafere taşımak ister. Türklerin Cuma Hutbelerini kendi dindaş tebaalarına, sultanların fermanlarını-beratlarını ise gayrimüslim vatandaşlarına karşı nasıl etkin kullandıklarını en temel tarih kitaplarında okuyabiliriz. İngiltere’de tüccarların giriştikleri mücadelenin en büyük neferlerinden biri de şüphesiz The Economist gazete-dergisi olmuş, savaş bu derginin yayınları etrafında şekillenmişti. Amerikan petrol tröstlerinin savaşa katıldıkları dönemde New York Times benzeri yayınlarını sadece kendi ülkeleriyle sınırlı tutmadıklarını, mesela bizim ülkemizdeki bazı gazetelerin yayına başlamasında da etkili olduklarını biliyoruz.
Peki bugün ne oluyor? Hepimizin fark ettiği gibi yeni nesil bir iletişim ağıyla çevrilmiş durumdayız. Yeni bir devrimle karşı karşıyayız, gazete-dergi devrinin kapandığı günü yaşıyoruz, herkesin kendi gazete ve dergisini yayınlayabildiği platformlarda saatlerce vakit geçiriyoruz. Öyleyse şu soruyu hemen sormalıyız: yeni nesil iletişim ağı bize nasıl bir dünya ve devlet modeli teklif ediyor? Bu modeli kabul ediyor muyuz yoksa reddettiğimiz bu modele karşı mücadele mi ediyoruz?
Benim yıllar evvel bu soruya verdiğim cevap şuydu: “Şahsi yaşam alanında bir kişinin yeni gelen döneme direnebileceğini düşünüyorum ama devletlerin direnebileceğini zannetmiyorum. Bu direniş benim çayla ilişkime benziyor, nasıldır, kırmızı desenli çay tabağında sehpama koyduğum ince belli bardaktaki çaya meftunluğumla ilgili. Ama gidişat karton bardakta servis edilen kahveye doğru. Zafer ince belin değil lanet olası karton bardağın olacak.” Nitekim mücadele kendisini ilk gösterdiğinde devlet modellerinin değişmesini isteyen yeni nesil tüccarlara karşı devletler direnişe geçtiler. En önemli direnç ABD, Rusya, Çin ve Türkiye’den geldi. Özellikle süper güç ABD, tarihteki diğer benzerleri gibi şimdi yeni bir dünya isteyen kendi evlatlarının tehdidiyle karşı karşıyaydı (Yeni devrim, ABD, Rusya, Türkiye ve Çin gibi büyük ülkelerin parçalanmasını tasarlıyor). Pentagon ve CIA, bu devrime karşı devlet sistemini korumanın telaşına düştüler. Aynı tarihlerde Rusya’da ve Türkiye’de de devletin söyleminin bir anda milliyetçilik, devletçilik temelinde yükseldiğini gördük. Fakat zaman geçtikçe tuhaf bir şeyler olmaya başladı ve Putin-Erdoğan ikilisinin, sonra da Çin’in ABD ile ilişkileri bozuluverdi. Pozisyonlarında değişiklik olmadığı halde Türkiye-Rusya-Çin ekseninin neden şeytanlaştırılmaya çalışıldığını yukarıdaki tarihi tecrübeyi düşünerek çözebiliyor muyuz? Evet, kırılma noktasına geldik ve Londra’da yaşananlar bu kez New York’ta yaşanıyor. Görünen o ki devrimin karşısında duramayacağını anlayan Pentagon ve CIA, devrimi yönetmeye karar verdi ve yeni nesil tüccarlarla anlaştı. Yakın zamanda ABD merkezli yeni bir misyoner tüccar sınıfının dünyayı sarmasına şaşırmayalım. Kendilerince bir inancın-tasarımın etrafında toplanacak bu isimler, arkalarına Amerikan ordu ve siyaset gücünü de alarak dünyayı tek bir yönetime doğru götürmeye çalışacaklar.
Bu yazı dizisinde çok daha fazlasını tartışacağız, bugünkü konuyu da derinleştireceğiz, dakikada 800.000 sayfa okuyamadığımız için şimdilik burada kesmek zorundayım, uzattığımın farkındayım. “Türkiye, bu mücadelenin neresinde?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
Ben kendi kendime sorduğumda yıllardır hep aynı cevabı verdim: önce direnecekler, sonra geride kalmamaya çalışacaklar, ABD’nin yaptığı gibi. Peki, direnmekten vazgeçtikleri tarih ne zamana denk gelebilir?
Ben tarihçiyim ama bu yazı yarını okumaya çalışan diğer yazılarla devam edecek. Siz ise ısrarla dünde kalmış bir hadiseyi soruyorsunuz.