Yeni Çağı kaçırmak vebaldir 1
Yeni Çağı kaçırmak vebaldir 1
Birkaç yıldır üniversitelerde öğrencilerle buluşuyor, konferans, söyleşi, sohbet yapıyoruz. Vaktinin çoğunu kitaplara ve yazıya ayıran, odasının dışındaki dünyadan farklı kendine mahsus bir gündemi bulunan yazarlar için öğrencilerle buluşmak, onların fikirlerini dinlemek çok verimlidir: zihninizi zinde tuttuğu gibi yeni yetişen nesille aranızdaki mesafeyi de azaltır. Maksat da aslında budur, sizin zihninizdekilerin yeni nesillere aktarılması, yeni nesillerin kültürel, sosyal zihinlerinin de size katkı sunmasıdır.
Çoğu zaman davet edenin belirlediği hususi bir konuyu anlatmak için yola çıkıyorum ve her defasında “Keşke bu konuyu değil de şu konuyu konuşabilsek” diye içimden hayıflanıyorum. Tarihçiyim, memlekette hakim olan tarih kültürüne göre, nedir, milletimizin biraz merakı ve biraz da az okumuşluğu istismar edilmek suretiyle içine düşürüldüğü o pisliğe benim de bulaşmam, magazin anlatmam bekleniyor. Sultan Abdülhamid’in 14 tane hanımı var mıydı yok muydu, Yavuz Sultan Selim küpe takıyor muydu yoksa o resim bir başkasının mıydı, Mustafa Kemal Atatürk devlet kararlarını rakı sofralarında mı alıyordu falan filan… Sadece konferanslarda değil, birkaç kişinin bir araya geldiği daha dar kapsamlı meclislerde bile tarih sadece bir magazin aracı gibi… Dahası televizyon dizilerimizde de öyle.
Bir çığlık koparmak, avazım çıktığı kadar isyan etmek isterken kendimi bir kenara çekilmeye davet ediyorum. Çünkü hamasetin, sloganın, bağırıp çağırmanın, yalan da olsa millete hoş gelecek saçmalıkların tarih, zafer, ülkü diye anlatıldığı topraklarda kitleleri hakikate davet etmek çok zor.
Benden kitap veya senaryo yazımı dersi talep eden her kardeşime söylediğim ilk cümle şu: kulağınız minaredeki sala sesinde değil, doğumhanedeki çığlıkta olsun. Yazdığınız her eser akranlarınıza değil, mutlaka ama mutlaka yeni gelecek nesillere hitap etsin. Bunu kendiniz için değil memleketiniz için yapın.
Bu girizgah çok sancılı gecelerin defalarca süzülmüş, damıtılmış kısacık bir özeti. Daha fazla uzatmadan asıl meseleye hemen girmek gerekiyor. Dünya büyük bir değişim yaşıyor, farkında mıyız? Tarihçinin vazifesi dünü kutsallaştırıp anlatmak değil yarına dair milletine ışık tutmak gayesiyle geçmişi öğretmektir. Bizim üniversitelerimizin ısrarla ve inatla devam ettiği gibi bir tarih anlatımı ve tarih eğitimi, bu milletin vaktinin israfı, enerjisinin israfı, zihninin israfından başka bir şey değildir.
Dünya, tarihin çok önemli bir kırılma noktasında. Biz ABD Doları, Türk Lirası vesaire tartışması yaparken tarih, bugün kullandığımız şekliyle paranın olmayacağı günlere doğru hızla akıyor. Biz güneydoğu sınırlarımız, hudud kalekollarımız diye tartışadururken dünya sınırların olmayacağı, milli devletlerin kalmayacağı, pasaportsuz, tek dilli, tek kültürlü ve hatta tek dinli (buna belki din değil, dinsiz ahlakçılık demeli) bir çağa doğru yol alıyor. Direksiyondaki biz değiliz ama nereye gittiğini bildiğimiz o aracın içinde olduğumuz gerçeğini inkar edemiyoruz. “Keşke birkaç nesil önce doğmuş olsaydım ve bu çağa şahitlik etmeseydim” diyebilirsiniz, bu sadece sizin şahsi hayıflanmanız olur. Peki ya milletimiz, gençlerimiz, geleceğimiz?
Hakkını ne kadar verebildiğimi bilmiyorum ama milliyetçiyim, vatanımı seviyorum, milletin yarınına dair ümitlerim var. Peki yeni çağda kendi kimliğimi bir kenara mı atmam gerekiyor yoksa her değerin dönüştürüleceği o kaçınılmaz tufanda nasıl milli kalınabilir, nasıl vatansever olunabilir, bunun muhasebesine kafa mı yoracağım? Bildiğim bir konu var ki geride bıraktığımız yüz yıldaki gibi milliyetçilik yaparsam milletim geri kalacak. Geride bıraktığım on yıldaki gibi milliyetçilik yaparsam çağı kaçıracağım, kendi milletime en büyük kötülüğü yapmış olacağım.
Fatih Sultan Mehmet’i, Napolyon’u, İskender’i, Abdülhamid’i, Atatürk’ü tarihin konusu yapan şey içtikleri tütün, kadınlarıyla zevkleri veya sarhoşluğu değildir. Bu liderler çağın getirdiklerini görebildikleri, adımlarını buna göre atabildikleri-atamadıkları için bugün hayatları ders olarak okunur. Altı yüz yıl ayakta kalabilmiş bir imparatorluğun mevcut sınırlarıyla, mevcut kurumlarıyla ayakta kalamayacağını gören ilk kişi elbette sistemin en tepesinden aşağıya doğru bakan Sultan Abdülhamid’di. “Hanedan’ı kurtarmaktan başka emeli yoktu” gibi safsataları tarihmiş gibi anlatanlara kulak asmayın, O ki imparatorluk sınırları içinde Hanedan üyelerinden ümidini kesmiş ilk kişiydi, memleketi yönetemeyeceklerini düşünüyor ve görüyordu. İmparatorluktaki çöküşün, kokuşmuşluğun aynı derecede kendi hanedanına da –evlatlarının birkaçı hariç- bulaştığını bizden çok daha iyi biliyordu. Almanların Berlin-Bağdat Demiryolu projesinin İngiliz imparatorluğunun karşısına yeni bir imparatorluk çıkaracağını, kazanan Almanlar da olsa İngilizler de olsa artık bir Türk hanedanının yaşamasına izin verilmeyeceğini de en iyi Sultan Abdülhamid anlıyordu. Bu yüzden eğitime ve kültüre özel bir önem vermiş, devletinin yarınını kuracak ve sırtlanacak kadrolar için –kendisine azılı birer muhalif olarak yetişmelerini izlemek pahasına- adımlar atmıştı. Peki ya Atatürk? En büyük başarısı dünyanın nereye gittiğini, nasıl bir sistem ve denge kurulduğunu okuyamasa Türkler yine de Anadolu’daki devletlerini bugünkü sınırlarda kurabilirler miydi? İngiliz siyaseti Arabistan’da yedek bir Halife hazırlarken Atatürk çok istemiş de olsa Hilafet’i olduğu gibi koruyabilir miydi? Saltanatı bütün bir yüreğiyle savunsa ve korumaya çalışsa bunu başarabilir miydi? Ne oldu Birinci Dünya Savaşından yenik çıkan devletlerin hanedanlarına? Alman imparatoruna? Avusturya-Macaristan’ın imparatoruna? Orada da bir İngiliz uşağı çıkıp saltanatı kaldırdı, öyle mi? Buna mı inanacağız? Atatürk ki dünyada kurulan yeni sistemi görebilen, çağını doğru okuyabilen ve attığı adımlarla Türk’ün Anadolu’daki varlığını bugüne taşıyan bir liderdi.
Peki biz Atatürk’ün rakısını, Abdülhamid gibi bir evliya ve tarikat ehlinin nasıl olur da tütün içebildiğini, Yavuz’un küpe takarak ne mesaj vermek istediğini tartışalım… Kaç yüz yıl daha tartışacağız? Bu hamaset, bu cehalet, bu savurganlık, bu pespayelik gölgesinde biz varlığımızı devam ettirebilecek miyiz?
Üzülüyorum. Benden bir veya iki nesil büyük annelerimizin babalarımızın katıldığı söyleşilerde dinleyicilerin sorduğu sorulara aşinayım. “Polat Alemdar, Abdullah Çatlı mı?”, “Abdülhamid, kırk evliya gücünde imiş, doğru mu?”, “Enver Paşa Alman uşağı mı?”… Bu sorulara sabırla ve anlayışla cevap veriyorum. Fakat çoğunluğunu üniversite veya lise öğrencilerinin oluşturduğu bir konferansta aynı sorularla muhatap olmak, gelecek için ümidimi kırıyor.
Yapay zekanın ve robot teknolojisinin, bulut sisteminin, nesnelerin internetinin-akıllı şehirlerin, kuantum bilişimin, tekrar canlandırılmaya çalışılan finansal İpek Yolu ağının bildiğimiz her şeyi tarumar edeceği, evlatlarımızın zihnindeki algıyı tarihe göndereceği bir yolda ilerliyoruz. Yolun başında değiliz, ortasında değiliz, sonuna gelmek üzereyiz. Birbirinden farklı mecralarda ilerleyen bu teknolojilerin artık birleşmesine ve bilim-kurgu filmlerinde gördüğümüz dünyanın bir anda oluşmasına çok az kaldı. Malazgirt’te ne olduğunu, İstanbul’un fethinde neler yaşandığını, Kurtuluş Savaşını umursamayacak, bunların gereksizliğine inandırılacak bir neslin de aynı hızla ortaya çıkmasına şaşırmamalıyız. Çünkü büyük bir lüks içinde yaşıyor, atalarımızın yaptığı gibi yeni devrimi kaçırıyoruz.
Milliyetçiyim diyoruz, Müslümanım diyoruz ama güya milliyetçi olmayanlar, Müslüman olmayanlar neyi tartışıyor, biz neyi tartışıyoruz? Düne kadar insanın başardığı her işi robotlara yaptırmayı deneyen bilim insanları, bugün insan beyninin yapabildiklerini bilgisayarlara, yapay zekaya yaptırmaya çalışıyor ve bunda başarılı oluyorlar. “Çok yakında en önemli subayların öğretmenlerin olacak, en önemli komutanların yazılımcıların olacak.” cümlesi geçen yirmi yılın cümlesiydi, bitti, sona gelindi. En tanınır bilim insanlarımızdan Prof. Dr. Nihat Hatipoğlu hocamız “Müslüman olmayan kişinin selamı alınır mı?” sorusuyla uğraşırken Müslüman olmayan o insanlar domuz genomunu değiştirip insanlara nakledilecek organlara dönüştürmek için kafa yoruyorlar. Tasarım bebek projesiyle henüz doğmamış bir bebeği ailesinin arzusu doğrultusunda, henüz anne karnındayken istedikleri gibi tasarlamaya çalışıyorlar. Bizler Müslüman olarak bu gelişmeleri bırakın inancımız ekseninde tartışmayı, haberdar bile olamıyoruz. Çünkü ülkemizde hamasetten, cehaletten ve tanımı yapılamayacak derecede başıboş bir özgüven havasından başka bir hava oluşmuyor.
İnşa ettiğimiz devasa üniversite binalarıyla övünmeyi bırakalım çünkü çoğu pek yakında israf olacak. Tarihçi yetiştiriyoruz diye açtığımız ama postacı ve polis mezun ettiğimiz dersliklere harcadığımız parayı, enerjiyi yazılıma harcayalım, teknolojiye ayıralım. Yarının dünyasını düşündüğümüzde kötü bile olsa yazılım bilen postacı, çok iyi tarih bilen postacıdan daha iyi bir yatırım olacak. Yeni yüzyılın hammaddesi çelik değil, bakır değil, bilmem ne madeni de değil. Bırakalım artık ipsiz sapsız komplo teorilerini, bilmem ne ilimizden bilmem ne madeni çıkacakmış da başımıza şunlar örülüyormuş. Yeni yüzyılın en büyük madeni önümüzde duruyor: insan beyni, yani gençlerimiz. Onları doğru eğittiğimiz, doğru donattığımız an hiçbir yabancı güce muhtaç olmadan en iyi yazılımları yapmak, siber güvenlikten finansal ağlara kadar bütün alanlarda iddialı olmak, süper güç haline gelmek elimizde.
Elbette konu dağıldı. Kusura bakmayın. Hatta bu yazı dahi bir hamaset diline bürünmeye başladı. Yaptığımız tartışmaları gördükçe kalemimi kırmak ve artık susmak istiyorum. Fakat olmuyor. Bu vurdumduymazlığa, bu rahatlığa nasıl tahammül edilebilir? Bu yazı dizisinde siyasetten ekonomiye, eğitimden üniversiteye, finansal ve teknolojik savaşlara dair yarın olabilecekler hakkında tahminlerimi paylaşacağım. İnancımız yarını bilmenin mümkün olmadığını öğütlediğine göre bizimkisi elbette bir tarihçinin çizdiği tahmin olacak. Belki de hamaset dilini de bu son cümleyle noktalamış olacağım.